Gezi Parkı ve Türkiye’nin Orantısız Riskleri
Küresel düzeyde son on yılda meydana gelen gelişmeler önceki dönemlere kıyasla yüz yıla bedel etkiler bırakmıştır. Değişim ve dönüşüm bugün olağanüstü bir hızla gerçekleşirken, izleyen on yıl içindeki gelişmeler ise 21. yüzyıl için belirleyici olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki on yılda yapacaklarımız yüzyılın kalanında nerede olacağımızı belirleyecektir.
Uluslararası ilişkiler, çok boyutlu rekabet temelinde ilerlemektedir. Devletlerin doğası değişmekte; hukuk üreten, son kararı veren altın hisse kendisinde kalmak kaydıyla devletin rolü iç ve dış politikanın başarısında %10 düzeyine kadar gerilerken devletçi ve kapitalist/liberal yaklaşımlar arasında farklı yol arayışları sürmekte, kamu diplomasisi gibi yeni uygulamalar devreye girmekte; düşünce kuruluşları, STK’lar, üniversiteler, yerel yönetimler, sportif oluşumlar, özel sektör ile benzeri kurum ve yapıların rolleri artmaktadır. “Beklenti Yönetimi” kavramı devletler için tartışılması gereken en yeni olgu olarak şekillenmektedir. Değişen devlet doğasını algılayamayan ülkelerin savunma refleksleri/kurumları gittikçe artan oranda işlevsiz hale gelmektedir.
Ülkelerin yumuşak ve sert güç kapasitelerini tam olarak harekete geçirebilmesi noktasında din, dil, tarih, coğrafya gibi faktörler önemini korusa da, bölgesel ya da küresel güç olmak ancak nitelikli insan kaynağına dayalı yüksek katma değer üreten bir ekonomiye sahip olarak uluslararası iş bölümünden nitelikli pay almak ile mümkün olacaktır.
Bu sürecin başarısı da iç ve dış politika önceliklerine uygun biçimde, hedeflenen tüm ülke ve bölgelerde karşılıklı bağımlılık oluşturabilecek çok boyutlu yapılar inşa edilebilmesine bağlıdır. Karşılıklı bağımlılığı ve kapasiteyi inşa edecek resmi ve sivil kurumsal araçlara sahip olmak ve mevcut olan tüm kurumları da ideolojik ön yargılarla dışlamadan seferber etmek elzemdir. Bir kapasite inşası programı olmadan üretilecek büyük söylemler ise erken uyarı sistemlerini harekete geçirmek dışında kalıcı sonuç vermez. Türkiye’nin ekonomi ve dış politikada rekabet ettiği rakipleri iyi tahlil ederek manevi öğeleri de içeren konsept yaklaşımlara olan ihtiyacı şu ana değin inşa edilen kapasitenin korunabilmesi için ivedilik arz etmektedir. Örneğin yakın tarihte yapılan Japonya-Afrika Zirvesinde, Japonya 30 milyar dolarlık yatırım paketi açıklamıştır.
“Orantılı risk - karşılıklı bağımlılık” temelinde yürümesi gereken “devlet aklı”ndan gittikçe artan oranda uzaklaşmamız ile Türkiye hem iç hem dış politikada çok sayıda orantısız risk almış ve tarihsel kırılmalara neden olabilecek ulusal-uluslararası bir enerji birikiminin ilk önemli sonucu olarak “Gezi Parkı” olayları başlamıştır. Çevreci saiklerle başlayan olayların hükümet protestolarına dönüşmesi ve uluslararası aktörlerin yoğun ilgisi sürecin yönetimini zorlaştırmaktadır.
“Gezi” olaylarını riskleri azaltmak ve bir düzeltme yapmak için büyük bir fırsat olarak görmek daha makul politikaların uygulanmasını ve Ülke’mizin geldiği sürecin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Korumak ve geliştirmek hususunda hepimizin gücümüz ölçüsünde çırpındığı ve artık uluslararası rekabette yavaşlatma/engelleme reflekslerine maruz kalan tüm kazanımlarımızı korumak bu yazının nacizane ana fikridir.
Mikro-milliyetçilik, Entegrasyon ve Öngörülemezlik parametreleri çerçevesinde gelişen çok boyutlu Küresel Bahar’a bağlı 21. yüzyıl dinamikleri, Doğu ile Batı arasındaki denge paylaşımının çok kolay ve acısız olmayacağına işaret etmektedir. 2008’de fiilen çöken finansal sistemlerini, kendi varlıklarını riske edecek araçlarla şu ana değin yaşatmayı başaran Batı merkezli devletlerin kolay rol paylaşacağını düşünmeyi tarih tecrübesi reddeder. Türkiye açısından ise, Batı Bloğu ve NATO merkezli dış politika önceliklerimizi değiştirecek bir alternatif oluşmadığı gibi çok boyutlu dünya sistemi, çok renkli yapısıyla tek renk seçimini de imkansız kılmaktadır.
Karşılıklı olarak, varlık-yokluk ekseninde ve tarihte görülmemiş sofistike araçlarla süren bir çatışmanın başlangıç merkezi olarak şekillenen Arap coğrafyasındaki gelişmelerde ve özellikle Suriye konusunda aldığımız risklerin yeniden sorgulanması gerekir. Büyük ölçüde İslam Dünyasını merkez alan tehlikeli rekabetin araçları, Şii-Sünni ekseninde birçok ülkeyi kamplaştırmayı başarmış ve farklılıkları derinleştirmiştir. Farklılıkları derinleştirerek oluşacak ayrışma üzerinden güvenlik ve liberal politikalar uygulayacak hükümetler eli ile ekonomik genişleme sağlamayı ve neticede Rusya ve Çin’i çevrelemeyi düşünen politikanın başarısı veya başarısızlığı Bölge için az veya çok “acı” demektir. En büyük güçlerin bile varlıklarının tehlikede olduğunu düşündüğü bir dönemde, Türkiye’nin aşırı ve temelsiz özgüvenine dayanarak aldığı inisiyatifler Doğu, Batı ve başat olmayan diğer aktörler için öngörülemez bir imaja sahip olmamızı ve özellikle de zor zamanlarda yalnız kalmamızı sağlar. Türkiye’nin bileşenlerine ayrılmaması noktasında, dış politikanın reel politik zeminde kalması her zaman için hayati öneme haiz olmuştur.
İç politikada en önemli risk alanının Makro ekonomi politikaları olduğunu ve sürekli taşınması zor bir yük biriktirdiğini görmemiz gerekir. “Cari açık temelli tüketim, tüketimle sağlanan büyüme ve tüketimden alınan vergilerle finanse edilen kamu maliyesi” formülü sürdürülebildiği ölçüde çok boyutlu mülkiyet transferini zorunlu kılmaktadır. Bu konjonktürün sağladığı imkanlar Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar halka hizmet olarak dönmüştür. Fakat sürecin sonunda bir çevre ülkeden uydu ülkeye dönüşmüş olma riskimiz oldukça yüksektir. İhracat kârlılığı yaklaşık %4, turizm kârlılığı yaklaşık %7 olan ve bu iki kalem dışında döviz kazancı olmayan bir ülkenin hedeflerini hızla insan kaynağının dönüşümünü sağlayarak teknoloji ve medeniyet üretecek nitelik parametrelerine revize etmesi beklenir. Yine döviz yükümlülüklerimizdeki durumu gösteren uluslar arası yatırım pozisyonu açığımız toplam yükümlülüklerin yaklaşık %70’ine, GSMH’nında %54’üne ulaşmıştır. Türkiye benzeri yeni güç adaylarının bu alandaki göstergeleri kıyaslanmayacak ölçüde daha iyidir. Dünya’nın ilk 10 ekonomisinden birisi olmanın ya da bölgesel güç - küresel aktör olmanın bu kadar kolay olacağına inandırılmış halkımıza, bunun ancak topyekûn bir seferberlikle ve en az 10 yılda belli bir mesafeye taşınabileceği ısrarla anlatılmalıdır. Sosyal politikaların rekabetin ve eğitimin niteliğinin önündeki en önemli engel olarak şekillenmemesi ve bir kriz anında sosyal patlamanın merkezi olmaması için bu alandaki politikalarımızın rehabilitasyonuna ihtiyaç vardır. Sosyal politikalardaki ölçüsüz devlet cömertliği sivil toplum kapasitesini sürekli geriye götürmektedir. Sosyal Politika araçlarının sivil toplum eliyle/işbirliği ile derinleştirilmesi değerler inşası açısından da hayati bir alandır. Yine Cumhuriyet tarihi boyunca yaklaşık 600 milyar dolar sermaye birikimi sağlayabilmiş olan ve bunun %80’i kredi de olan bir Ülke olarak var olan kişisel ve kurumsal varlıklarımızı/markalarımızı hukuk ve demokrasi temelinde korumak ve bu alanda ayrışma yaratacak yaklaşımlardan hepimizin kaçınması şüphesiz en önemli hususlardan birisidir.
İç politikada diğer altı çizilmesi gereken alan devlet ve millet olma parametreleridir. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişimizden bugüne devlet hafızası ve reflekslerinin taşıyıcı kolonlarını üç kurum üzerine bina ettiğimiz açıktır. Silahlı Kuvvetler, MİT ve Dışişleri Bakanlığı kurumsal yapılarının ve kapasitelerinin güçlendirilmesi peşi sıra gelen diğer kurumlar ve Devlet yapılanmasının temelidir. Millet dediğimiz iç bütünlüğün kaynaşması ise, her akıllı devletin yaptığı gibi içeride ortak kimlik temelinde toplamak/birleştirmek dışarıda ise Ülke önceliklerine göre olumlu anlamda bölmekle mümkün olur.
“Beklenti Yönetimi” kavramını tüm ısrarlı anlatımlara rağmen gündemine bile almamış bir ülke olarak “Gezi” olaylarıyla karşılaşmamız, bu kavramın tartışılmasını ve devlette kurumsallaşmasını sağlar diye ümit edelim. Değerler inşası olmadan sahip olunan refah hepimiz için çürümedir. Bu meyanda değerler inşası olmadan gelen/gelecek refahı yönetmenin, talip olunan refahı getirmekten daha zor bir iş olduğunu anladığımız zaman sanırım temel ayrışmaları çözmüş olacağız. Kurumsallaşmış ahlak temelinde her seviyede gösterilecek temsilin ve moral değerlerin/kurumların, önümüzdeki başarılması en zor ama en gerekli zihinsel eşik olduğunun görülmesinin kutuplaşmalara, hayat tarzı müdahilliği suçlamalarına yer bırakmayacağını düşünüyorum.
Çok özetle arz ettiğim dış politika, iç politika ve toplumsal değerler konusundaki orantısız risklerimizi, gelişmeleri fırsat bilerek azaltma/düzeltme yoluna gittiğimizde Gezi Parkı olaylarının demokrasimizi ileriye taşıyan hatıralar olarak kalacağını öngörmek sanırım aşırı iyimserlik olmaz. Türkiye’nin biriktirdiği riskleri çeşitli vesilelerle kullanmak dış güçler diye tabir edilen aktörlerin temel görevidir ve uluslararası rekabetin yanlış da olsa yapıtaşıdır. Devlet aklı ve millet hafızası ise bu risklerin en önemli panzehiridir. Bu panzehir ise, Türkiye’yi varmak ve temsil etmek istediği hedeflere “güç ve adalet” temelinde ulaştıracak yegane yoldur.
İlgili Döküman için Tıklayınız